Keloğlan Masalları

Keloğlan ile Köse Değirmenci

keloğlan masalı
Köse Değirmenci ile Keloğlan Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok yemesi, yok demesi günahmış. Evvel zaman içinde, memleketin birinde, bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlana babası, ölüm döşeğinde, boyu kısa köselerle alışveriş etmemesini, yola da, işe de koşulmamasını vasiyet etmiş. Günlerden bir gün, bu Keloğlan, eşeğine iki tay, bir kile buğday yüklemiş, değirmenin yolunu tutmuş. Yamaçtan aşağı, suyun akarına kurulmuş değirmenlerin en altındakine varmış. Yükünü kapının önüne yıkmış, bir de içeriye girmiş bakmış ki, bir köse değirmenci, boyu da kısa, gözleri çakır, durmaz sırıtır, gözlerini de belertmiş, Keloğlana bakmıyor mu?

– Hoş geldin, safalar getirdin Keloğlan, hele buyur, geliver geliver, ne istersen deyiver, diye çağırmış. Bu Keloğlan, başının kelini kaşımış da bir duralamış.

– Un öğütmeye iki tay, bir kile buğday getirdiydim, ama vazgeçtim. Babam ölürken boyu kısalarla, hem de köselerle alışveriş etme, yola, işe koşulma diye vasiyet etmişti. Dur, eşeğe yükümü sarayım da, yukarı değirmene varayım, demiş. Sakalı köse, boyu kısa değirmenci de:

– Hele Keloğlan, gel etme, eyleme, buğdayını öğütüvereyim. Gözünün önünde nasıl hile edecekmişim? Kilede iki kaşık hakkımı alırım, gerisini doldur çuvalına, al götür, diye önüne dökülüp andlar edip, laflar, düzenli sözler sattıysa da, faydasız…

Bu Keloğlan, yükünü sarmış, eşeğine de deh demiş de, doğru dere boyundan çıkmış, üstteki değirmene varmış. Kösenin bu hâl canını pek sıkmış, onuruna dokunmuş. Davranıp, keseden koşmuş yukarı değirmene, Keloğlandan önce ulaşmış, bu değirmenin sahibiyle anlaşmış da, geçmiş çubuğunu yakmış oturmuş. Keloğlan, eşeğini dürtükleyerek kan ter içinde gelmiş, yükünü kapının önüne yıkmış, bir de içeri girmiş, bakmış ki, aşağı değirmendeki şu köse, boyu da kısa, durmaz sırıtır, çakır gözleri fıldır fıldır.

– Hele köse, boyu da kısa, sen nerelerden çıktın, sen aşağı değirmenin sahibi değil miydin?

Bu değirmenci de:

– Ne dersin Keloğlan, neler söylersin, ben bu değirmenin sahibiyim, aşağıdaki kardeşimdir, deyince, bu Keloğlan, başının kelini kaşımış da bir duralamış.

– Ekmeklik un öğütmeye iki tay, bir kile buğday getirdim, ama vazgeçtim. Babamın ölürken, boyu kısa, sakalı köselerle alışveriş etme, işe, yola koşulma diye vasiyeti var. Boz eşeğe yükümü sarayım da yukarı değirmene varayım, demiş. Boyu kısa, sakalı köse değirmenci de:

– Hele Keloğlan, gel etme, dur eyleme, buğdayını öğütü vereyim. Gözünün önünde nasıl bir hile edecekmişim? Kilesinde iki kaşık değirmenci hakkı alırım, gerisini doldur çuvalına, al götür, diye önüne dökülüp andlar edip laflar, düzenli sözler çattıysa da, faydasız.

Keloğlan yükünü sarmış, eşeğine deh demiş de, dere boyundan doğru çıkmış üstteki değirmene varmış. Kösenin bu hâl canını pek sıkmış, onuruna da dokunmuş. Davranıp keseden koşmuş, yukarı değirmene Keloğlandan önce ulaşmış. Bu değirmenin sahibiyle anlaşmış da, çubuğunu yakmış, geçmiş oturmuş. Bu Keloğlan eşeğini dürteleyerek kan ter içinde gelmiş, yükünü kapının önüne yıkmış, bir de içeri girmiş bakmış ki, aşağı değirmendeki şu köse, boyu da kısa, çakır gözleri fıldır fıldır, hiç durmaz sırıtır.

– Hele köse, boyu hepten kısa, sen nerelerden çıktın, sen aşağı değirmenin sahibi değil miydin?

Bu değirmenci de:

– Ne dersin Keloğlan, neler söylersin, bu değirmenin sahibiyim. Onlar da küçük kardeşlerimindir, demiş. Keloğlan bakmış başka değirmen yok. Ununu öğütmeden geri dönmek de olmaz. “Adam sen de,” demiş, “babam bana vasiyet ettiydi ama öğütülürken başında dikilip hile yaptırmadıktan sonra zarar etmez” demiş de, çuvalları sırtlayıp değirmene sokmuş. Buğdaylar “van, van, hışır, hışır” ederek öğütleyedursun, gece olmuş. Bunlar ocağı yakmış, köse ile karşılıklı geçip oturmuşlar. Bir zaman sonra ikisinin karnı iyice acıkmış. Köse, Keloğlana:

– Hele Keloğlan, aç acına ocak başında pineklemekle sabah olmaz. Gel seninle ortaklığına, unu benden, uğrası (uğra:yufka açılırken hamurun tahtaya yapışmaması için serpilen kalın un.) senden, bir çörek edelim de, şu ateşte pişirelim, demiş. Keloğlan, başının kelini kaşımış da, bir duralamış, şöyle bir tasarlamış “Bu işte köse ziyanlı, uğra ne kadar gidecek? Unu ondan olunca ben kârlıyım” diye düşünmüş de razı gelmiş. Kalkmış köse, bir tekneye un dökmüş…

– Unu benden, gördün mü Keloğlan? deyip içine boşaltmış suyu.. Hamur olmuş cıvık cıvık bir çorba.

– Uğrası senden, getir Keloğlan! demiş. Keloğlan oluğun ağzından değirmencinin hak kaşığı ile uğra taşımış. Hamur olmuş taş gibi. Köse boşaltmış tekneye suyu. Hamur olmuş cıvık cıvık bir çorba.

– Uğrası senden, getir Keloğlan! diye bağırmış. Keloğlan her seferinde bir ölçek un kaldırıp hak kaşığı ile uğra taşımış durmadan. Böylece Keloğlan, gide gele, öğütülen buğdayın bir tayını tekneye uğra diye taşımış. Sonunda değirmen çöreği yoğrulmuş. Keloğlan içinden “Bu pazarlıkta bir kertik yer var ama, hele dur bakalım! Bir ölçek ununu bizim bir yük uğraya denk getirdin köse, işin sonunu getirelim” demiş de ikisi meydan sinisi gibi koca çöreği kaldırıp, ocaktaki ateşli külün içine yatırmışlar. Çörek pişedursun, bunlar ocak başındaki eski yerlerine karşılıklı oturup beklemişler. Bu köse bir aralık:

– Hele gel, Keloğlan, seninle yalan yarışı edelim. Hangimiz daha büyük iki yalan uydurursa çörek onun olsun, demiş. Keloğlan her ne kadar:

– Ben yalan bilmem. Bu çöreğin pazarlığında da aklım iyice karıştı, dese de faydasız. Gecenin bir vakti. Kösenin gözleri fıldır fıldır dönüyor. Başlamış yalanlarını anlatmaya:

– Babamın düğününde keşkek kaynattığımız kocaman bir kazanımız vardı. Kepçe ile karıştırıp aktardıkça kazanın dibi aşınmış, delinmiş. Onarmak için dokuz bakırcı getirttik. Dokuzu da kazanın içine girdiler, çekiçle taklatarak dövmeye başladılar. Ustalar o kadar uzak düştüler ki, birbirlerinin çekiç seslerini duymadılar.

Ardından ikinci yalanını anlatmaya başlamış:

Geçen yıl değirmenin önüne bir kabak ekmiştim. Çimlendi, uzadı, dört yana kol salmaya başladı. Sürgenlerinden biri çok uzadı. Ben de bu sürgeni çaydan geçirdim. Karşı dağdaki çam ağacına sardırdım. Gel zaman git zaman bu çay taştı. Köprü yıkıldı. Yolcular o dağdan bu tepeye kabak sürgeninin üstünden geçmeye başladılar. Gittikçe bu sürgen daha kalınlaştı. Üstünden kervanlar, arabalar geçmeye başladı. Bir gün baltayı aldım. Köyüme gitmek için yola çıktım. Kabak köprüsünden geçiyordum. Baktım daldan kocaman kocaman yüzlerce kabak dökülmüş. Bu kabaklardan birine bir balta indirdim. Balta kaçtı kabağın içine. Baltayı almak için ben de içine girdim. Günlerce aradım, bulamadım. Kabaktan dışarı çıkarken ak sakallı bir dedeye rastladım. Dede bana:

– Buralarda ne ararsın, oğlum? diye sordu. Ben de “Aman, ak sakallı koca dede. Kabağın içine baltamı kaçırdım, onu arıyorum” dedim.

Dede güldü: “Aman oğlum, kabağın içinde ben bir sürü devemi kaybettim, gençliğimden beri onları ararım. Bu uğurda saçımı, sakalımı ağarttım. Hâlâ bulamadım. Sen, bir baltayı nasıl bulacaksın? Vazgeç bu işten” dedi.

Köse, ikinci yalanını da bitirince sıra Keloğlana gelmiş. O da başlamış:

– Bizim vakti zamanında bir kovan arımız vardı. Her akşam arıları sayar, kovana kapatırdım. Bir gün içlerindeki topal arı gelmedi. Çuvaldızı yere diktim, tuttum tepesine çıktım. Dört yanımı gözetledim. Bir de ne göreyim? Bizim topal arı karşı ovada bir mandaya eş olmuş, çift sürmüyor mu? Vardım çiftçinin yanına. Bacağındaki kızıl ipliği işaret gösterdim. Tarladan çift kirası hakkımı istedim. Uzatmayalım. Buğdaylar bitti, gelişti. Ekinleri biçmeye gittim. Çöreğin uğrasını bu tarlanın çift hakkından kaldırdım. Tarlanın kıyısındaki ceviz ağacının dibinden bir domuz kaçtı. Ardından bir tırpan savurdum. Tırpan domuzun ardına battı. Domuz kaçtı, tırpan biçti. Domuz kaçtı, tırpan biçti. Uzun etme köse, bu çörek Keloğlana düştü, demiş de hiç ara vermeden ikinci yalanına başlamış:

– Günlerden bir gün gene topal arı gelmedi. Babam “Şu balta ibik, çil horozu eyerle de, bul gel” dedi. Çil horozu eyerledim. Bindim arıyı aradım. Bayırda bulup getirdim. Ama eyer horozun boynunu vurmuş, bir göz irinli yara açılmış. Nenem sağ alsın diye üstüne bir ceviz yaprağı sardı. Bir zaman sonra horozun boynunda bir ceviz ağacı bitti, uzandı. Kocaman bir ceviz ağacı oldu. Köyün çocukları ceviz ağacını taşlamaya başladılar. Üstünde o kadar taş, toprak birikti ki, iki evlek tarla oldu. Bu tarlaya buğday ektik. İşte ocaktaki çöreğin buğdayının yarısını da o tarladan kaldırdım. Bu yalan boyunu aştı, uzun etme köse, çörek Keloğlana düştü, demesiyle, ocakta pişip kabarmış olan çöreği çekip almış. Köse de çaresiz boyun eğmiş. Keloğlan, bıçağını çıkarmış ucundan bir dilim kesmiş, ağzını şaplata şaplata yemeye başlamış. Kösenin açlıktan gözleri iyice kızarmış.

– Aman Keloğlan, bana parasıyla beş akçelik çörek ver veresiye. Şimdi üstümde para yok, yarın köyde öderim, demiş. Keloğlan kel başını kaşımış, sonunda razı olup bir parça kesmiş. Ama köse bununla doymamış. Tekrar beş akçelik veresiye çörek istemiş. Keloğlan inceden bir parça kesmiş. Köse yine doymamış. Bir daha kesmiş. Doymak ne mümkün? Gün ışımış. Buğdayın yarı tayı öğütülmüş. Keloğlan, eşeğin bir yanına un çuvalını, bir yanına da koca çöreği tay edip sarmış. Yola çıkıp köyüne varmış. Yükünü evine yıkıp, doğru kösenin köyüne, alacağını istemeye gitmiş. Bu köse karısına iyice tembihlemiş:

– Yarına Keloğlan gelecek, alacağını istemeye. Kapıya çık. Ağla, sızla, kocam öldü diye ağıt yak, bozla.

Keloğlan geldiği zaman kadın kocasının dediğini yapmış. Keloğlan da:

– Vah, vah, daha dün akşam değirmende çörek pişirdiydik, bana da on akça borcu vardı, diyerek köyün içinde oraya buraya koşuşmuş. Bütün köylüyü ayağa kaldırmış. Cemaatı toplayıp, imamı, muhtarı bulup kösenin kapısına getirmiş.

Gayrı çaresiz kalmış, köse de sırt üstü uzanmış, bunu kaldırıp teneşire koymuşlar, yıkayıp kefenlemişler. Geceleyin omuzlayıp köyün mezarlığına kaldırıp gömmüşler. Keloğlan, herkes çekilip gittikten sonra mezarlığa dönüp mezarın başındaki bir selvi ağacına çıkmış da, “Bakalım bu köse ne yapacak?” diye beklemiş.

O sırada kırk haramiler yüklü hayvanlarıyla gelip, çaldıkları malları ortaya döküp bölüşmeye başlamışlar. Çil çil altınlar, torba torba akçe, mecidiye, mücevherler, top top kumaşlar, antika silahları aralarında bölüştükten sonra, ortada bir türlü bölüşemedikleri altın kabzalı, mücevher kakmalı bir kılıç kalmış. Uzun çekişmeler, azgın konuşmalardan sonra içlerinden birisi:

– Mezarlıkta yeni gömülmüş bir ölü varsa çıkaralım. Kim boynunu bir vuruşta uçurursa, kılıç onun hakkıdır, ona düşer, deyince, herkes bunu kabul etmiş. Hemen araştırıp, o gün gömülmüş olan kösenin mezarını açıp, bacağından çekip dışarı çıkarmışlar. Bakmışlar ki, bu kösenin çakır gözleri çıldır çıldır bakıyor, fıldır fıldır dönüyor. Korkmuşlar, birbirlerine girmişler.

– Aman bre, sizin hepiniz böyle sırt üstü yatar da, çıldır çıldır bakar mısınız?

Köse de boğuk boğuk, derinden:

– Bakarız, bakarız, demiş. Onlar da:

– Arkadaşlarını çağırsan hemen gelirler mi? diye sormuşlar. Köse:

– Gelirler, gelirler, demiş, boğuk boğuk, derinden.

– Hele, çağır bakalım şunları, demişler. Bu köse de kefeninin arasından ellerini çıkarıp şak şak çarparak:

– Toplanın, toplanın! diye seslenmiş. Bunun üzerine kavağın doruğundan

Keloğlan şak şak ellerini çırparak cevap vermiş:

– Geliyoruz, geliyoruz!

Bunu duyan haramiler “Amanın, cinler, hortlaklar bastı, savuşun arkadaşlar!” diyerek, bütün mallarını bırakıp birbirlerini çiğneyerek kaçışmışlar. Çetenin bütün vurgun malları tınazlar gibi yığılıp ortada kalmış. Keloğlan kavaktan inmiş. Köse buna:

– Ulan Keloğlan, on beş akça için başıma bunca işleri getirdin. Senin elinden kurtulmak için diri diri mezara bile girdim, demiş. Sonra oturmuşlar, “Bir sana, bir bana” diye ortadaki mal yığınını bölüşmeye girişmişler. O sırada kırk haramiler içlerinden birini cinlerin yaptıklarını anlamak için yollamışlar. Mallarının, paralarının ne olduğunu merak ediyorlarmış. Harami sürüne sürüne, mezar taşlarının, ağaçların ardına sine sine gelmiş. Bunların seslerini duyacak kadar yanaşmış. O sırada bölüşme bitmiş de, Keloğlan:

– Hele, camgöz köse, benim şu akşamki onbeş akça çörek parasını ver bakalım, diye köseyi çal yaka sıkıştırmaya başlamış. Köse de mezarların arasından harami gözcüsünün geldiğini görmüş de, uzandığı gibi herifin fesini kapınca:

– Hele, al şunu da, onbeş akçanın yerine say, diye Keloğlana atınca, bu harami korkusundan sırt üstü devrilip, yuvarlana yuvarlana, düşe kalka, mezarlıktan canını güç kurtarmış da arkadaşlarına kavuşmuş. Bunların elebaşısı:

– Ey, anlat bakalım, ecinniler, hortlaklar ne ederler? diye sorunca, bu da nefes nefese tıkanarak:

– Ne edecekler. Onbeşer akçadan, onca dağlarca malı bölüşmüşler de, içlerinden birisine hisse düşmemiş. Onbeş akçaya karşılık benim yağlı fesimi kapıp verdiler. Anlayın kalabalığı, deyince, bunların hepsi de “Amanın, artık buralarda durmak olmaz. Başka yerlere gidelim” diye kaçıp savuşmuşlar.

Köse ile Keloğlan da ölünceye kadar komşu yaşamışlar. Ama birbirlerine oynadıkları oyunun sonu gelmemiş. Tanrı onların da yazısını bu yüzden yazmış.

Onlar ermiş muratlarına, darısı başımıza.

İlgili Makaleler

3 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu