Sihirli Limon
Sihirli Limon Masalı
Köyün birinde üç arkadaş yaşarmış. Birinin adı Okan, birinin adı Ali, ötekinin Kemal’miş. Bu üç kafadar birlikte ata biner, ırmakta yüzer, birlikte oynamayı çok severlermiş. Yedikleri içtikleri ayrı gider, zamanın nasıl geçtiğini bilemezlermiş. Neleri var, neleri yok bölüşür, bir gizleri olsa paylaşırlarmış. Günler çabucak gelip geçmiş, vakti zamanı erişmiş, üç arkadaşın üçü de büyüyüp her biri yakışıklı mı yakışıklı birer delikanlı olmuş. Gelgelelim üçü de köyün en güzel kızı Gül’ü sevmiş. Gül, dışı gibi içi de güzel mi güzel bir kızmış. Herkesin iyiliğini ister, herkese yardım edermiş. Okan:
“Immm!” diye iç geçirmiş. “Saçları ipek gibi, nasıl da upuzun, Aaah, Gül’e bir kavuşabilsem.” Ali bozulmuş:
“Hayııır! Kırmızı kırmızı yanakları, kiraz gibi dudakları…Gül benim olmalı.” Kemal sabırsız yanıt vermiş:
“Gül çok akıllı, onu ben seviyorum, o benim canım kalmalı.” “Hayır olamaz, o senin canın olamaz!” diye Ali ile Okan bağırmış. Üç arkadaş arasında bir kavga başlamış, bir kavga başlamış, sormayın. Yumruk yumruğa girmiş, birbirlerini yere sermişler. Köylüler koşup gelmiş. Kemal’in dedesi derhal araya girmiş:
“Çıldırdınız mı! Hani siz iyi arkadaş değil miydiniz?” Üçü birden öfkeyle yanıt vermiş:
“Öyleydik!” “Peki bu kavga neden?” Üçü de yumruklarını sıkarak susmuş. Dede sesini daha da yükseltivermiş:
“Size soruyorum! Konuşun!” Ali başını yere indirmiş, dişlerinin arasından yanıt vermiş:
“Gül yüzünden.” “Anlamadım!” “Üçümüz de Gül’ü seviyoruz.” Dede şaşırmış:
“Gül’e sordunuz mu peki? O kimi seviyor?” Üç arkadaşın üçü de susmaya devam etmiş. Dede sabırla ortada dolanmış, bir onun bir ötekinin yüzüne bakmış. Sesini yumuşatmış:
“Size başımdan geçen bir hikâye anlatayım mı çocuklar?” Beklemiş, yanıt alamayınca anlatmaya başlamış:
“Tam da sizin yaşınızdaydık. Tıpkı sizin gibi samimi iki arkadaş. Aynı kızı seviyorduk. Bu yüzden kavgalar ettik, hayatı burnumuzdan getirdik. Sonunda ne oldu biliyor musunuz?” “N’oldu?” diye Okan somurtarak sormuş. “Savaş patladı. Dayım subaydı. Durumu ona anlatıp, günlerce yalvardım. Sonunda arkadaşımı cepheye gönderdi. Beni geride bıraktı. Bir yıl sonra arkadaşımın ölüm haberini aldık. Kız bana kaldı. Savaştan sonra evlendik.” Dede susup gençlere bakmış. Ali sabırsız: “Bunun bizim hikâyeyle ilgisi ne?” demiş. “Anlatayım. Kırk iki yıl evli kaldık çocuğum. Birbirimize dal verdik, dayanak olduk. Kırmadık birbirimizi, acı söz söylemedik. Kırk iki yıl mutluluk içinde geçti. Dört çocuğumuz dünyaya geldi. Onları büyütüp evlendirdik. Ölürken bana ne dedi biliyor musunuz?” “Ne dedi?” diye Kemal merakla sormuş. “Dedi ki senden son bir isteğim var. Yapacağına söz verirsen söyleyeceğim. Söz veriyorum dedim. Sandığımın içinde iple sardığım pembe bir paket var dedi. Onu tabutumun içine koy. Ama lütfen açıp bakma.” “Yoksa baktın mı?” diye Okan atılmış. “İçime bir kurt düştü. Dayanamayıp açtım. Savaşta ölen arkadaşımın çizdiği resimli mektuplarıydı. Nasıl da yetenekli bir ressammış. Her mektubun arasında da unutmabeni çiçekleri. Çiçekler kurumuş, daha renkleri solmamıştı. Gözyaşları arasında paketi sarıp karımın tabutuna yerleştirdim. Karım ölürken bile o insanla gömülmüştü. Ben ise karımla hep mutlu yaşadığımı sanmıştım… Ne yanılgı değil mi?” Dede susmuş. Ötekiler de… “İşte böyle evlâtlar. En önemli gizimi ilk kez size anlattım. Haydi hoşça kalın!” Gençleri başbaşa bırakmış, çekip gitmiş. Gençler önce öyle kalakalmışlar. Sonra birbirine bakışmış, usulca yola koyulmuşlar.
Gül upuzun saçlarını tarayarak pencerede şarkı söylüyor, güzel sesi dışarı yayılıyormuş. Onları görünce şarkıyı yarıda kesmiş:
“Heey! Günaydın, nereye gidiyorsunuz böyle?” demiş. “Sana geliyorduk,” diye yanıt vermişler. Okan utanarak:
“Bir sorumuz vardı da,” diye eklemiş. Gül uzun saçlarını omuzlarından aşağı bırakarak, dikkatle yüzlerine bakmış:
“Buyrun, sizi dinliyorum.” “Söyle bakalım,” demiş Okan, “hangimizi seviyorsun?” Gül gülümsemiş:
“Üçünüzü de.” “Olmaaaz! Üçümüzle de evlenemezsin ya, hangimizi eş seçeceksin?” Gül kızmış bu kez:
“Şaşırdınız mı siz! Benimle alay mı ediyorsunuz?” Ali araya girmiş:
“Hayııır! Çok ciddiyiz, Gül. Karar vermelisin, yoksa birbirimizin boğazına sarılabiliriz.” “Delirdiniz mi siz?” demiş Gül. Hiçbirini kırmak istemiyormuş. Uzun uzun düşünmüş, taşınmış: “Bakın, koşullarım var,” demiş. “Önce gidin birer meslek öğrenin. Öğrendiğiniz meslekte bir işe girin. Bir yıl çalışıp kazandığınız parayla bana bir armağan alıp gelin. Hanginizin armağanını beğenirsem, onunla evleneyim.” “Ama çok ağır bir koşul bu,” diye Ali atılmış. “Öyle işte. Evlenmeye zamanım yok, ben de meslek öğreniyorum.” Üç gencin üçü de Gül’ün kararlı olduğunu görünce bu koşulu kabul etmek zorunda kalmış, çantalarını hazırlayıp köyden ayrılmışlar… Gide gide koca bir kente varmışlar. Okan üç yıl boyunca bir halıcıya çırak durmuş, üç yıl içinde halı ustası olmuş. Ali bir aynacının yanına girmiş, Kemal bahçıvanlık öğrenmiş. Sonra üçü de öğrendiği meslekte işe başlamış, sayılı gün değil mi, günler çabucak gelip geçmiş, kentin alanında buluşmuşlar. Kemal: “Ne aldınız?” diye merakla sormuş. “Almadım,” diye Okan yanıt vermiş. Koltuğundaki halıyı gösterişle açıp yere sermiş:
“Gül için çok özel bir çaba verdim, ona uçan bir halı ördüm.” Kemal ile Ali’nin ağzı açık kalmış, inanamamışlar:
“Olamaz!..” “Gelin üstüne binin.” Binmişler. “Al halım, alaca halım, kaldır kanatlarını göklere uçalım,” der demez halı havalanmış. Kentin üstünde dolanmaya başlamış. Kent bir güzelmiş, bir güzelmiş sormayın. Ortadan denizyolu geçiyor, her iki yanını sihirli parklar, cadı tiyatroları, oyun bahçeleri süslüyormuş. Buraya bir gelen, bir daha geri dönemiyormuş. “Ne güzel,” demiş Okan, “gidip Gül ile evleneceğim, halıma bindirip buraya getireceğim.” “İn in, bizimkini daha görmedin ki,” demiş Ali. “Bakalım kimin armağanını seçecek…” “Al halım alaca halım, indir kanatlarını, yere konalım…” Havalandıkları alana inmişler. “Sıra sende Ali,” demiş Okan. “Haydi, göster kendini.” Ali, çantasından bir ayna çıkarmış:
“Ben de bunu öz ellerimle sırladım, kenarlarını rengârenk boyadım. İstediğin her insanı bu aynada görebilirsin, geçmiş çağlara bakabilirsin.” “Olur mu öyle şey? Göstersin de görelim,” demiş Okan. Ali, yüzünü aynaya çevirmiş:
“Ayna ayna güzel ayna, annemi göster bana… Ayna ayna güzel ayna, annemi göster bana… ” demiş. Ayna buğulanıp kararmış. Bir süre öyle kalmış. Sonra parlayıp açılmış. Aaa, bir de ne görsünler? Ali’nin annesi karşılarında değil mi! Ağızları açık kalmış. Okan, Kemal’e dönmüş:
“Sen ne yaptın? Bir de sen göster bakalım.” Kemal utana sıkıla cebinden bir limon çıkarmış:
“Bunu da ben yetiştirdim.” Okan ile Ali limonu görünce kahkaha ile gülmüş, Kemal ile alay etmişler:
“Bunun özelliği ne? Dünyada limon mu yok sanki!” “Böylesi yoktur,” demiş Kemal. “Sihirli Limon mu yoksa?” “Elbette!” “Marifeti nedir göster bize!” “İçinde yalnız iki damla limon suyu var. Bir insan ölüm döşeğinde bile olsa, bu limonu kesip dudaklarına bir damla süreceksin, iyileşecek, ölümsüzlüğe erişecek. İkinci damla ise eşi için.” “Olmaz öyle şey,” demiş Ali. “Söyle aynana, köyden bir hasta göstersin, deneyelim.” Ali, aynasını hemen çıkarmış: “Önce yaşlılara bakalım, kim hastaysa, halıya binip uçalım, gidip ağzına bir damla limon sıkalım,” demiş. “Önce benim dedemi göstersin,” diye Kemal önermiş, kabul etmişler. “Ayna ayna can ayna, Dedeyi göster bana… Ayna ayna can ayna, Dedeyi göster bana…” demiş Ali. Aynanın yüzü bir kararıp bir buğulanmış, sonra ay gibi aydınlanmış. “A aaa! gerçekten de dedem! Sapasağlam, ne güzel.” “Şimdi sıra bizde,” demiş Okan. “Benim nineme bakalım.” “Ayna ayna, can ayna, Okan’ın ninesini göster bana… Ayna ayna, can ayna… ” Aynanın yüzü kararıp buğulanmış, bir süre öyle kalmış, sonra bir pencere gibi aydınlanmış: “Aaa! Ninem orada. Nine nine duyuyor musun beni?” Nine el sallamış. “Şimdi kime bakalım?” diye sormuş Kemal. “Kime olacak,” demiş Okan, “tabii ki Gül’ün kendisine.” “He ya, aklınla bin yaşa!” “Ayna ayna, can ayna, Gül’ün kendisini göster bana… Ayna ayna, can ayna…” Ayna yine kararıp buğulanmış, uzun süre açılmamış. Üç arkadaşın üçü de heyecana kapılarak aynanın üstüne kapanmışlar. Derken ayna aydınlanmış. Bir de ne görsünler? Gül ölüm döşeğinde değil mi! Ninesi, yatağın başucunda ağlıyormuş. Kulak verip dinlemiş, Gülün fısıltılarını işitmişler:
“Onları ben gönderdim, yıllar oldu bir haber gelmedi, acaba öldüler mi, kaldılar mı?..” diye inliyormuş. “Haydi Okan, aç halını!” demiş ikisi de. Okan halıyı açmış, üstüne binmişler:
“Al halım, alaca halım, kaldır kanatlarını köye uçalım.” Havalanmışlar. Çok geçmeden köye varmış, Gül’ün evinin önüne konmuşlar. Çocuklar içeri muştu götürmüş:
“Geldiler, geldiler!..” Okan, Ali, Kemal birlikte içeri girmişler. Kemal derhal cebinden limonu çıkarıp Gül’ün dudaklarına bir damlacık sürmüş. Gül uyanmış, yavaşça yatağından doğrulmuş; karşısında arkadaşları:
“Ooo! Hoş geldiniz, hoş geldiniz, ne iyi ettiniz de geldiniz.” Ayağa fırlamış, üçünü de sevinçle kucaklamış. “Hoş bulduk, hoş bulduk…” Üçü de mutlu olmuş. Okan derhal halıyı açıp Gül’ün önüne koymuş:
“Bir halı ustası oldum, bu halıyı sana dokudum. Üstüne binebilirsin, istediğin ülkeye uçabilirsin.” Gözlerinin içi gülmüş Gül’ün:
“Çok teşekkür ederim, Okan, çoook.” Ali, sıraya girmiş:
“Bu ayna da benden, Gül. Ona bir yıl emek verdim. İstediğin her şeyi ve herkesi istediğin an bu aynada görebilirsin.” Kemal, limonu utanarak uzatmış:
“Bunun içinde yalnız bir damla limonsuyu kaldı,” demiş. “Onu da evleneceğin insan içecek, ikiniz de ölümsüzlüğe ereceksiniz, mutluluk içinde yaşayıp gideceksiniz.” Gül, çok etkilenmiş:
“Teşekkür ederim size, çok teşekkür. Üçünüz de büyük emek vermişsiniz, üçünüz de güzel meslekler edinmişsiniz. Kutlarım sizi. Bana biraz zaman tanıyın, düşüneyim. Üç gün sonra gelin, kararımı bildireyim.” “Olur” demişler. Merak içinde köy meydanına gitmişler. Bütün köylü toplanıp onları müzik ve danslarla karşılamış. Dede üçünü de kucaklamış. “Sana teşekkür ederiz, Dede,” demişler. “Senin sözünü dinlemeseydik, ne de kötü ederdik.” Dede:
“Gül neye karar verdi?” diye merakla sormuş. “Üç gün düşünecek, sonra kararını bildirecek.” Bütün köy halkı merak içinde kalmış. Kendi aralarında tahmin yürütmüşler:
“Kemal baştan yitirdi, Kemal’i seçmez. Bir damlalık limonu ne yapsın?” “Doğru,” demiş, gülmüşler. “Asıl Okan’ı seçecek, halısına binip tüm dünyayı gezecek.” “Hiç de öyle değil. Gül aynaya bakmasını çok seviyor. Ali’yi seçecek, ‘Ayna ayna can ayna, söyle benden güzeli var mı?’ diye şişinecek.” “Evet,” diyenler, “hayır,” diyenler olmuş, üç gün boyunca canlı, heyecanlı bir tartışma sürmüş. Sonunda karar günü gelip çatmış. Üç arkadaş sabırsız Gül’e yollanmış. Gül, önce halıyı eline almış, okşamış. Okan sevincinden uçarken Ali ile Kemal’in yüreği hoplamış. “Teşekkür ederim, Okan. Çok güzel bir armağan getirmişsin. Bununla her yere uçabilir, dünyanın en ünlü gezgini olabilirsin.” Halıyı geri verirken Okan şaşkına dönmüş. “Yoksa?..” Gül parmağını dudağına götürerek onu susturmuş, sonra aynayı alıp okşamış. Güzel yüzüne uzun uzun bakmış. Bu kez Ali sevinmiş, Kemal ile Okan’in yüreği oynamış. “Ayna ayna, can ayna, ninemin ninesini göster bana!” Ayna kararıp buğulanmış, uzunca bir süre öyle kalmış, sonra aydınlanıp Gülün ninesinin ninesini göstermiş. Merakla eğilip bakmışlar, hayran kalmışlar. Gül, aynayı da Ali’ye geri vermiş: “Çok güzel, eline sağlık, Ali. Dinozor çağından beri dünyada olup bitenleri izleyebilirsin. İyi bir bilgin olup, bilgini herkese yayabilirsin.” Son olarak da limonu eline almış, evirip çevirmiş. Bu kez Kemal sevinmiş, Ali ile Okan’ın yüreği oynamış. “Ben bu limonu seçiyorum,” demiş. “Sizin her şeyiniz olacak, Kemal’in de ölümsüz bir karısı olsun. Kemal ile ben mutlu olabiliriz.” Gül ile Kemal kucaklaşıp öpüşmüş. Limonun son damlasını Gül Kemal’e içirmiş, Kemal de ölümsüzlüğe erişmiş. Kısa zaman sonra düğün dernek kurulmuş. Kırk gün, kırk gece sazlar çalmış, insanlar oynamış… Mutluluk içinde yaşayıp gitmişler…
Ben hiç böyle güzel bir şey görmedim
Gerçekten hayran kaldım… kız arkadaşıma uyusun diye okumuştum 🙂 belki de şu an uyumuştur telefonun ucunda