Masal Tekerlemeleri

Masal Tekerlemeleri 1 – masal tekerlemeleri
Tekerleme Nedir? Çoğunlukla masalların başlangıç kısmında yer alan, bazı sözcüklerin, seslerin yinelenmesi, ölçü, uyak gibi öğelere de dayanan, belirli bir konusu olmayan, olmayacak durumları bir araya yığıp mantığa aykırı birtakım sonuçlara vararak şaşırtıcı bir etki yaratan söz dizisi.

Masal Başı Tekerleme Örnekleri

Masal masal maniki
Yolda saydım on iki
On ikinin yarısı
Tilki çakal karısı.
Masal masal martladı
İki fare atladı
Kurbağa kanatlandı
Tos vurdu bardağa
Çocuk çıktı çardağa.
Masal masal maniki
Kuyruğu var on iki
Kuyruğunda beni var
Kulağında çanı var.
Masal masal matatar
Dil okur, damak tadar.

*

Var varanın, sür sürenin,
Destursuz bağa girenin hali budur!
Zaman zaman içinde,
kalbur saman içinde…
Deve tellâl iken,
Horoz şahna iken,
Serçe berber iken,
Ben babamın beşiğini
Tıngır mıngır sallar iken…
Hamamcının tası yok,
Külhancının baltası yok,
Çarşıda bir adam gezer,
Peştemalının ortası yok.
Biz üç kardeştik.
Birimiz kör,
birimiz topal,
birimiz çolak…
Babamız Allah rahmet eylesin, pek erken öldü;
bize, yalnız üç duvarı sağlam,
bir duvarı yıkık bir ev
çakmaksız bir tüfek,
dipsiz bir kazan bıraktı.
Bir gün hep birlikte ava gittik.
Kör kardeşimiz birden:
“Bak, bitmemiş bir ağacın dibinde,
doğmamış bir tavşan yatıyor!” diye bağırdı.
Hep gözlerimizi oraya dikdik,
çolak kardeş tüfeği kapıp, nişan aldı.
Kör kardeş de ateş etti.
Topal kardeş koşup tavşanı getirdi.
Böylece, bitmemiş ormanın dibinde,
doğmamış tavşanı,
çakmaksız tüfeğimiz,
çolak elimiz,
kör gözümüzle vurup,
topal bacağımızla koşup yakalayarak,
eve getirip yüzdük.
Dipsiz kazana koyup altını ateşledik.
Ağzımızın suyunu akıtarak
tavşanın pişmesini bekledik.
Çok yorulduğumuzdan, acıkmıştık,
beklemeye de sabrımız yoktu,
kazanın kapağını kaldırınca ne görelim?..
Tavşan ortadan kaybolmuş.
Meğer tavşan, kaçmış da üstteki kapağın haberi bile olmamış.
Ellerimiz böğrümüzde kaldı.
Hepimiz süt dökmüş kediye döndük.
Birer köşeye çekilerek,
kukuma kuşu gibi düşünmeye ve bir çare aramaya başladık.
Sonunda, ben bir çare düşünüp,
“Şunun suyu ile yemenilerimizi boyayalım” dedim.
Hemen işe başladık.
Fakat, su mu az geldi, ben mi çok sürdüm, bilmem; ne oldu,
yemenimin birini yağlayınca;
öbürüne yağ kalmadı.
Sen misin beni yağsız bırakan diyen öbür yemenim,
başını alıp gitti.
Bana küstü.
Derken ben de arkasından yola düştüm.
Az gittim uz gittim,
dere tepe düz gittim.
Tam bir arpa boyu yol gitmişim ki,
Yemenimin tekini çift süren bir ihtiyarın ayağında gördüm.
“Ver baba” dedim,
“bu yemeni benimdir!”
Çiftçi yalvarırcasına yüzüme baktı:
“Aman evlâdım”, dedi,
“bu yemeniyi benden alma,
şu ekili tarla senin olsun…” diyerek,
bir buğday tarlasını gösterdi.
Bir tek yemeniyle koca bir tarlanın değişmesine pek memnun olarak,
çiftçiye ben de yemeniyi bağışladığımı söyledim.
Tarlanın bir köşesine gidip postu serdim, uyudum.
Aradan; günler, aylar geçti,
bizim buğday tarlası biçilmeye hazır oldu.
Bir sabah erken kalkıp,
yapayalnız bu koca tarlayı tek orakla nasıl biçeceğimi düşünürken,
birden karşıdan gözlerinden alev saçan bir kurt göründü.
Bana doğru gelmeye başladığını görünce,
korkumdan elimdeki orağı sallayıp,
kurda doğru attım.
Orağın sapı gidip, kurdun karnına gömüldü.
Can acısından ne yapacağını şaşıran hayvan,
tarlanın içinde dönmeye başladı.
Kurt kaçtı, orak biçti, kurt kaçtı, orak biçti.
Ben bir ağaca çıkıp seyrettim,
kalmadan koca tarla dümdüz oldu.
Kurt da bırakıp gitti.
Tarlanın biçildiğine ne kadar sevindim, bir görseniz.
Ama birden başakların yığın edilmesi aklıma geldi.
Ben günlerce çalışsam bunu beceremezdim.
Hele bir sabah olsun diye, yatmaya gittim.
Gece bir fırtına çıktı, bir fırtına çıktı, sanki yeri göğe karıştıracaktı.
Korkumdan bir sütleğen otuna yapıştım.
Sabah oldu, fırtına dindi. Yerimden kalkıp da ne göreyim?
Bizim tarladaki buğday başakları, değme çiftçinin, yapamayacağı bir ustalıkla harman olmamış mı?
“Eh’ dedim, gidip yardımcıbulup, harmanımı döveyim”.
Ama lafımı bitirmemiştim ki, karşıdan azgın, kocaman bir ayı göründü, harmanın yanından bana doğru geliyordu.
Yerden bir taş alıp, belki korkuturum diye fırlattım.
Taşı atmamla, alevin çıkması bir oldu.
Meğerse attığım taş, çakmak, ayının dişi ise çelikmiş.
Çıkan alev de bizim harmandanmış.
Üç gün üç gece sönmesini bekledim.
Sönünce külleri karıştırmaya başladım.
Yalnız yarısı yanıp, gerisi sağlam kalmış.
Aradım, aradım,
bu yükü kaldırabilecek ne bir deve,
ne bir fil ve ne de bir at buldum.
Bula bula, belinden yaralı bir karıncacık buldum.
Buğday tanesini sırtına yükleyip, bizim meşhur eve götürdüm.
Fakat karıncanın sırtı yük taşımaktan fenalaşmıştı,
hayvancağızı böyle salıvermek günah olacaktı, ilaç aradım.
“Hint cevizinin yağı iyi eder” dediler.
Böyle bir ağaç aradım, taradım, zor buldum. Ağaç pek yüksekti.
Üstüne çıkmaya üşendim, taşlamaya başladım.
Üç gün, beş gün durma dan taşladım,
fakat bir tek ceviz düşüremedim.
Attıklarım da geri yere düşmüyordu,
merak edip, ağaca çıktım; bir de ne göreyim?
Ağacın üzerinde kocaman bir tarla varmış?
Ne âlâ. Buraya karpuz ekerim, deyip, çekirdek getirdim.
Karpuz ektim.
Çok beklemeden, öyle büyük karpuzlar oldu ki,
bir tanesini fil bile götüremez.
Hele bir kesip tadına bakayım deyip, bıçağı sapladım.
Bıçak gitti, elim gitti, kolum gitti,
sonunda ben de gittim karpuzun içine…
Yedi yıl aradım, bulamadım.
Sonunda karpuzun kapısını buldum.
Vay anam karpuz! Evin köyün yıkılası karpuz!
Bir yanında sazlık, samanlık,
bir yanında tozluk dumanlık…
Bir yanında demirciler demir döver denk ile,
bir yanında boyacılar boya boyar binbir çeşit renk ile…
Bir yanında, Âl-i Osman devleti cenk eder top ile tüfenk ile…
Bir at aldım,
bindim dorudur diye,
bir tekme vurdu,
“Geri dur!” diye…
Çifte minareleri belime sardım borudur diye…
Bir baktım adamcağızın biri:
“Bir deve kaybettim,
bulan var mı?” diye bağırıyor.
Adama yaklaştım
“Amca”, dedim,
“ben de bir bıçak kaybettim, görmedin mi?”
Adam bu sözün üzerine bir kızdı,
bir kızdı ki, bana bir tokat sallamadan yanından kaçtım.
0 peşimden hâlâ söyleniyordu:
“Ben koskoca deveyi bulamıyorum da,
o benden bıçağı soruyor!”
Meğerse, burası başka bir dünyaymış.
Korkumdan hemen geri döndüm
Fakat, orda bıraktığım ceket ve poturum sanki yargıç gibi beni sorguya çektiler.
Orası başka dünya olduğu için, karpuzlar
” o kadar büyümüş, o kadar çoğalmış, otları o kadar uzamış ki,
bir tanesi de oradaki bir ırmağa köprü olmuştu.
Benim bu dalgınlığımdan kızmış olacaklar ki:
“Kimsin, necisin, söylesene ey insanoğlu?..” diye bağıran, ceketimle poturuma kızdım.
“Ey, size ne oluyor be!
Size ne oluyor?” diyerek karpuzları kökünden çekmeye başladım.
Fakat ne göreyim, köprüden geçen insanlar, hep nehre yuvarlarmamışlar mı?
Tuhaf. Suya atladım, birkaçını kurtarayım derken,
beni koskoca bir balık yutmasın mı?
“Aman!” diye ağlamaya başlamıştım ki,
birden gözlerimi açtım,
sıcak havanın etkisiyle uyuyakaldığım deniz kıyısından yuvarlanıp suya düşmemiş miyim?
Bu sırada suya düşen kâğıt gözüme ilişti.
Hemen açıp okudum:
“Falan, falan, falan, Söylediklerim hep yalan”

*

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, kalbur saman içinde, develer top oynarken, eski hamam içinde… develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam düştü beşikten, babam düştü eşikten. Biri kaptı maşayı, dolandım dört köşeyi. Orada ne var dediler, bir köy kurmuş keçiler, kurt köye muhtar olmuş, elini veren kolunu almış, diken verenin gülünü almış, damla verenin selini almış, kovan kovan balını almış. Bir kurtmuş ki sormayın. Talkım vermiş ele, salkımı almış ele, ilk lokmayı aşırmış, ikincisinde çomar. Karşısına dikilmiş, kapanmış mı kapılar. Kapıyı bırakıp, sapı yutmuş, balı bırakmış, hapı yutmuş.

*

Harda hurda, eşeği yedirdik kurda,
Altmış tarla buğday.
Yedim karnım doymadı.
Denizi çorba ettim.
Gemiyi kepçe ettim,
Yedim, içtim, yüzüm gülmedi.
Yediler yemiş, parayla biter her iş…
Akdeniz’in martısı,
Karadeniz’in haritası,
Zeytinyağının tortusu.
Hoştur pilavın yoğurtlusu…
Akdeniz yağ olsa,
Karadeniz bal olsa,
Karnımızın bir tarafını doldurmaz.
ya bir kaz dolması,
ya bir ördek kızartması olsa,
belki doyarız.
Evimizin önünde bir ağaç vardı,
Kırk kişi tuttum yondurdum.
Kırk kişi tuttum oydurdum,
Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu içine doldurdum
Oturdum, yedim, dudaklarımın bile haberi olmadı…
Karşıya baktım:
Dere gibi hoşaflar,
Tepe gibi pilavlar,
Kolum gibi dolmalar,
Budum gibi sarmalar,
Ye yemez misin,
Hani de görmez misin?
Karnım davula döndü,
ağzımın bir şeyden haberi bile olmadı…
Birazını da eşeğe yükledim,
size getiriyordum.
Dereden geçerken kurbağalar:
“Vırak, vırak!..” deyince anladım ki:
“Bırak, bırak!..” diyorlar.
Neyse, orada yattık..
Sabah oldu, baktım çizmeler yok.
Oradan bunları aramaya gittim…
İğneyi diktim, bizi diktim, üstüne çıktım baktım:
Küçük bir meydanda çizmeler çift sürüyorlar.
Vardım, sineğin derisini attım,
büyük bir meydan belirdi.
Çifti elime aldım,
sürdüm ektim.
Bir ekin oldu ki, yatsam sakalımda,
dursam topuğum da,
ama adam yutuyor.
“Bunu nasıl biçeriz, nasıl biçeriz?..”
derken, öteden bir çakal geldi.
Orağı bu çakala bir attım.
Orağın sapı çakalın karnına girdi,
ağzı kaldı dışarda…
Çakal kaçtı, orak biçti,
çakal kaçtı, orak biçti…
Ekinin hepsi biçildi.
“Bunu neyle toplarız,
neyle toplarız?..”
derken, öteden bir kasırga koptu,
ekini topladı, harman etti.
Bunu bizim ihtiyar çil horoza sürdürdüm, savurdum.
Altmış okka bir yanına,
yetmiş okka bir yanına vurdum,
ben de çil horozun üstüne bindim,
sürdüm değirmene…
Değirmene yaklaşınca susadım.
Oradaki pınara indim.
Pınardan ağzım ile içtim gözüm istedi,
gözüm ile içtim kulağım istedi…
Kafamı kestim,
pınarın içine attım.
Oradan değirmene vardım.
Değirmenci:
“Hani kafan?” dedi.
“Pınara attım” dedim.
Değirmenci:
“Ama onu şimdi çakal yer!” dedi.
Oradan kalktım, geldim, baktım ki,
çakal kulağımın ucundan tutmuş…
Çakala bir yumruk attım,
yumruğum çakalın karnına girdi.
İçini karıştırdım,
“kusur, kusur” ediyor.
Çektim çıkardım:
Bir kâğıt. Okudum:
“Bir yanı yalan, bir yanı dolan…”
Aşağıdan birden:
“Tutun be, vurun bel” diye bir patırdı koptu.
“Eyvah, beni tutmaya geliyorlar!” dedim.
iki kalktım, Bir hopladım.
Seksen ayak merdiveni birden atladım.
Baktım, beş yüz atlı asker.
“Nereye gidiyorsunuz?” dedim.
“Silbasanoğlu Hasan’ı aramaya!” dediler.
Ben bundan bir şey anlamadım,
bir daha sordum.
Gene: “Silbasanoğlu Hasan’ı” dediler.
Neyse, katıldım ben de onlara, vardık Edirne’ye
Silbasanoğlu Hasan’ı tuttuk.
Meğer o da, bir pireymiş…
Bindim pireye, vardım Tire’ye,
Gel gelmez misin, yol bilmez misin?
Bu işlere sen gülmez misin?
Tuttum pirenin irisini,
Çadır yaptım derisini.
Altmış adam altında sığınmadık mı?
Tuttum pirenin eşini
Neler getirdi başıma:
On sekiz bin mandaya çektirdim leşini.
Tuttum pirenin ağını,
Çektim çıkardım yağını,
Doksan okka tartmadık mı?
Tuttum pirenin beyini.
Sırtına kurduk düğünü,
Altmış batman bağırsak yağını
Gidip pazarda satmadık mı?
Pireye vurdum palanı,
Altından çektim kolanı.
Dinleyin ağalar benim koca yalanı.
Pireye vurdum palanı,
Kırdı kaçtı kolanı.
Sen de beğendin mi benim düzdüğüm yalanı?

Masal Ortası Tekerleme Örnekleri

A kara kuyu, kara kuyu, bir değirmen verdin ama, hani ya bunun suyu? Derken …

“Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, altı ay bir gün gittim, bir de baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim”

“Gittik gittik, gide gide gittik, göründü Çini maçin Padişahının bağları. Girdik birine ….”

Masal Sonu Tekerlemeleri

“Gökten üç elma düştü; biri bana, biri dinleyenlere, diğeri de bütün iyi insanlara olsun”

“Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine”

“Kırk gün kırk gece düğünden sonra muratlarına ererler” ya da “Ben de oradayım, hepsinin sizlere selamı var.”

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine..

Similar Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir